Bir Sahafta Rast Gelinen 5 Kitap
Editör tarafından

Sahaf dükkânlarının kapılarından içeri adımınızı attığınızda, her yerde karşılaşamadığınız türden bir koku ile çevrelenirsiniz. Raflara göz atmaya başlayınca, orada bambaşka bir mevsim, bambaşka bir rüzgâr esintisiyle karşılaşırsınız. O rafların arasında başka bir saat işlemektedir. Gördüğünüz bütün kitap sırtları, bir ormanda dolaşıyormuş gibi hissettirebilir size. Bir ormanda da henüz bugünün bonsaileri, dünün fidanları ve yüzyıllar öncesinin ağaçları ile karşılaşırsınız. Sayfaların sararmış kenarlarındaki okunaksız ifadeler, eğreti notlar, çay/kahve yahut yağmur lekelerine sinmiş hisler ve otobüslerinde yahut metrolarda tamamlanmış cümleler… Bütün bunlar, o ormanın içerisinde, sürekli birbirini devirip duran domino taşları misali bir süreğenlik yaşar. Bu makalede, o süreğenliğin içerisinden beğenilmiş ve hâlâ basılan bu sebeple de satın alınıp okunabilecek 5 kitabı sizler için derledik. Hiç, bir sahaf dükkanının size uğrama ihtimâlini düşünmüş müydünüz?

Marina MacKay’in Roman Nedir? adlı kitabı, roman türüne kısa ama kapsamlı bir bakış sunuyor. Romanın 18. yüzyılda eğlencelik bir form olarak ortaya çıkışından başlayarak, modern dünyanın başlıca anlatı biçimine dönüşmesini tarihsel ve kuramsal bir çerçevede ele alıyor. MacKay, Don Kişot’tan Geceyarısı Çocukları’na kadar uzanan yüzlerce eseri incelerken, romanın biçimi, dili, karakterleri, mekânları ve ideolojileri üzerine de düşündürücü sorular soruyor. Kitabın kısa bölümler hâlindeki yapısı, anlatımın sadeliği ve aralara yerleştirilen örnek roman okumaları eseri hem bilgilendirici hem de akıcı kılıyor. Yalnızca romanın tarihini anlatmakla kalmayan bu metin, aynı zamanda roman kuramına dair önemli tartışmalara da yer veriyor. Ian Watt ve Michael McKeon gibi eleştirmenlerle diyaloğa giren MacKay, klasik ve çağdaş bakış açılarını bir araya getiriyor. Romanın ne anlattığından çok ne olduğu üzerine kafa yoran okurlar için ideal bir giriş kitabı. Teorik yoğunluğuna rağmen zorlayıcı değil; aksine, romanı düşünmek için hem estetik hem zihinsel bir alan açıyor.

Ivan Illich’in Okulsuz Toplum adlı eseri, yalnızca bir eğitim eleştirisi değil, modern dünyanın öğrenme biçimlerine yönelik köklü bir sorgulamadır. 1971 yılında yayımlanan bu kitap, Illich’i radikal düşünce sahnesine taşıdığı gibi, zorunlu eğitimin ve kurumsallaşmış okulların kutsallığına dair yaygın kabulleri de temelden sarsıyor. Ona göre okul, öğrenmeyi değil, itaati öğretir; bireyi zihinsel özgürleşmeye değil, kurumsal uyuma hazırlar. Illich, “eğitim” ile “öğrenme” arasındaki farkı ısrarla vurgular: Öğrenme, insanın anlamlı bir çevreye katılarak ve kendi ilgilerine yönelerek gerçekleştirdiği doğal bir eylemken, okul bu süreci sınıflandırır, sınırlandırır ve etiketler. Kitap boyunca, bireylerin kendi öğrenme yollarını inşa etmeleri gerektiğini savunur. Alternatif olarak, ilgi alanlarına göre eşleşen bireylerin sosyal ağlar aracılığıyla birbirinden öğrenebileceği, bugün “networking” veya çevrimiçi topluluklarla kurulan öğrenme ortamlarını andırır biçimde, usta-çırak tarzı ilişkiler önerir. Eserdeki bazı tespitler zamanına göre sarsıcı, bugüne göreyse öncü niteliktedir. “Okul, modern proletaryanın dünya dini olmuştur” diyerek, eğitimin yoksullara kurtuluş vaadiyle sunulan teknolojik bir mit olduğunu ilan eder. Okulsuz Toplum, her satırıyla okuru düşünmeye zorlayan, konfor alanından çıkaran bir çağrıdır: Öğrenmeyi kurumlardan değil, yaşamın kendisinden talep etme çağrısı…

Milorad Paviç’in Çayla Boyanmış Manzara adlı romanı, çizgisel anlatının bilinenleri saf dışı bırakan, okuyucuyu hem metin içinde hem metne karşı konumlandıran sıra dışı edebi bir deneyimdir. Bir yandan, İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanistan’da kaybolan babasının izini süren Belgradlı mimar Atanas Svilar’ın kişisel yolculuğunu anlatır; öte yandan bu arayışı, zamanın ve kimliğin katmanları arasında çapraz geçişlerle, âdeta bir bulmacanın parçaları gibi sunar. Romanın yapısı, klasik anlatı beklentilerini bilinçli biçimde boşa çıkarır. Okuyucudan, metni bir bulmaca gibi çözmesi beklenir; kimi bölümler farklı sıralarla okunabilir. Paviç, metni konuşan bir ağaca benzetir: hem anlam üretir hem de bu anlamın sabitlenmesine direnir. Bu yönüyle roman, Slav büyülü gerçekçiliğinin klasik tavrını sürrealist bir zemine kaydırır. Çayla Boyanmış Manzara, her okur için aynı hikâyeyi anlatmaz; çünkü herkes bu romanı kendi çözüm sırasıyla, kendi tekbaşınalığıyla okur. Paviç’in edebiyatı, alışıldık olanla vedalaşmak isteyenlere bir çağrıdır.

Mehmet Bayrakdar’ın kaleme aldığı Pascal Oyunu, felsefi düşünce tarihinde sıklıkla göz ardı edilen fakat insan varoluşunun merkezinde yer alan bir soruyu ele alıyor: Ölümden sonra ne var? Kitap, ünlü Fransız düşünür Blaise Pascal’ın “Pascal Bahsi” olarak bilinen düşünsel modelinden yola çıkarak, İslam düşüncesindeki olası öncüllerini araştırıyor. Hz. Ali, el-Ma‘arrî ve Gazzâlî gibi İslam filozoflarının görüşleriyle Pascal’ın yaklaşımı arasında dikkat çekici paralellikler kuran bu çalışma, sadece mukayeseli bir felsefe kitabı değil, aynı zamanda insanın ebediyetle kurduğu ilişkide din, akıl ve sezgiyi nasıl bir araya getirdiğini gösteren derinlikli bir sorgulama. Eserin en dikkate değer yanlarından biri, konu dışına sapmadan, özlü ve sadelikten ödün vermeyen anlatımı… İlgili düşünürlerin biyografilerine değil, doğrudan konuya dair fikirlerine odaklanılması, eserin akademik yoğunluğunu artırmadan derinlik kazanmasını sağlıyor. Karşıt görüşlerin de yer aldığı bölümler ise okuyucunun tek taraflı bir düşünceyle değil, çok yönlü bir bakışla meseleyi kavramasına olanak veriyor. Einstein’ın "Tanrı zar atmaz" sözüyle başlayan bu düşünsel yolculuk, insanın kendi ömründe attığı “metafizik zar”ı sorgulayan bir metne dönüşüyor. Bayrakdar’ın bu titiz ve özgün çalışması hem İslam hem Batı düşüncesini anlamaya çalışan okurlar için ciddi bir kaynak niteliğinde.

Bir kafede, yoğun trafiğin arasından gelip geçen insanları izlerken Körlük’ü okuyorsanız, dünya artık tanıdığınız dünya değildir. Çoğu şeyin daha önce hiç olmadığı kadar farkına varabilirsiniz: zemindeki sarı ışık yansımaları, raydan çıkan tren kalabalığındaki iki genç kadının ayrılışı, camdan içeri süzülen rüzgâr ve onun getirdiği koku... Saramago’nun kelimeleriyle, bildiğiniz mekân artık size yabancıdır, bir örtüyle örtülmüş gibidir. Ve siz, yalnızca birkaç dakika daha o örtünün altında kalmak istersiniz. Bir anda, sebepsizce beyaz bir körlük. Gözlerin değil, zihnin körleşmesi. Hastalık yayılır, karantinaya alınan insanlar hayvanî içgüdülere teslim olur. Toplum çözülür, ahlak çürür, kelimeler anlamını yitirir. Fakat içlerinden biri, yalnız biri, hâlâ görüyordur. Onun gözünden, insanlığın çırılçıplak kalışına, görmenin aslında ne olduğunu hiç bilmeyen insanlara tanıklık ederiz. Saramago, görmenin fiziksel değil, ahlaki bir mesele olduğunu söyler: “Görmüyoruz çünkü bakmıyoruz.” Yazarın noktadan ve tırnaktan kaçan üslubu ilk başta şaşırtıcıdır. Fakat sonra bu üslup da hikâyeye dönüşür: Sözcükler birbirine çarpar, sahneler üst üste biner, okuyucu da karakterler gibi yolunu arar. Çünkü bu yalnızca bir salgın hikâyesi değildir; bu bir iç yüzleşme, bir uygarlık aynasıdır. Körlük, sadece okuduğunuz değil, yaşadığınız bir romandır. Ve sonunda, hâlâ görebiliyorsanız görmenin ne olduğunu bir daha düşünmek istersiniz.