Sahaf dükkânlarının kapılarından içeri adımınızı attığınızda, her yerde karşılaşamadığınız türden bir koku ile çevrelenirsiniz. Raflara göz atmaya başlayınca, orada bambaşka bir mevsim, bambaşka bir rüzgâr esintisiyle karşılaşırsınız. O rafların arasında başka bir saat işlemektedir. Gördüğünüz bütün kitap sırtları, bir ormanda dolaşıyormuş gibi hissettirebilir size. Bir ormanda da henüz bugünün bonsaileri, dünün fidanları ve yüzyıllar öncesinin ağaçları ile karşılaşırsınız. Sayfaların sararmış kenarlarındaki okunaksız ifadeler, eğreti notlar, çay/kahve yahut yağmur lekelerine sinmiş hisler ve otobüslerinde yahut metrolarda tamamlanmış cümleler… Bütün bunlar, o ormanın içerisinde, sürekli birbirini devirip duran domino taşları misali bir süreğenlik yaşar. Bu makalede, o süreğenliğin içerisinden beğenilmiş ve hâlâ basılan bu sebeple de satın alınıp okunabilecek 5 kitabı sizler için derledik. Hiç, bir sahaf dükkanının size uğrama ihtimâlini düşünmüş müydünüz?
İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası, tarih, felsefe ve hayal gücünü harmanlayan, Türk edebiyatında özgün bir yere sahip romanlardan biri. 17. yüzyıl Osmanlı İstanbul’unda geçen hikâye, gerçek ile kurmacanın at başı ilerlediği, düşsel bir dünyada dolaşıyor. Anlatıcı sesi yer yer masalsı, yer yer alaycı bir tona bürünerek okuru sürekli şaşırtıyor. Bünyamin’in serüveni etrafında şekillenen metin, zaman zaman yönünü kaybeden bir pusula gibi, sabit bir çizgi de izlemiyor. Anar’ın dili, Osmanlı Türkçesi’nden beslenen zengin bir söz dağarcığıyla örülü. Kelimeler yalnızca anlatmazlar, atmosfer de kurarlar. İstanbul ise bu romanda yalnızca bir mekân olarak değil, labirentlerle dolu bir varlık gibi yer alıyor. Metin, anlatı oyunları ve parodilerle postmodern unsurlar taşıyor. Puslu Kıtalar Atlası, okura yalnızca bir hikâye değil, bir düşünce de zemini sunuyor. Romanın ne anlattığından çok nasıl anlattığını merak edenler için ideal bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Hem eğlenceli hem zihinsel olarak kışkırtıcı olan Puslu Kıtalar Atlası, çağdaş Türk edebiyatının en dikkat çekici örneklerinden biri ve en çok satanlar listesinden kolay kolay ayrılmayan bir eser.
İskender Pala’nın Aşk Hikayesi adlı romanı, tarihî bir aşkın izinde ilerleyen hem duygusal hem kültürel yönü dikkat çekici bir anlatı. 17. yüzyıl İstanbul’unda, Sultanahmet Camii’nin inşası sırasında başlayan bu hikâye, aşkın ne olduğuna ne uğruna nelere katlanılabileceğine dair kadim bir sorgulama sunuyor. Bahşı ve Kaknusia’nın öyküsü, sadece iki âşığın kavuşma arzusunu değil, zamanla sınanmış sadakati, sessiz bekleyişleri, fedakârlıkları ve ömür süren arayışları dile getirir. Kitabın sonunda sorulan o temel soruysa zihinden silinmez: Hakikatli âşık kim gerçekten? Sevgilisi uğruna yanan, ama yeniden doğan Kaknüs kuşu gibi, yanarak çoğalan aşk mıdır hakiki olan? Kaknusia’nın sakladığı sırlar, İshak’ın sessiz kabullenişi, Gunala’nın gizli kıskançlığı ve Bahşı’nın bitmeyen umudu, aşkın türlü hâllerini gözler önüne seriyor. Roman, Osmanlı'nın ihtişamlı zemininde kurulan bu hikâyeyle hem okurun kalbine hem de tarihe sesleniyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, hem bireysel bir arayışın hem toplumsal bir dönüşümün ironik ve derinlikli bir anlatımıdır. Hayri İrdal’ın ağzından anlatılan roman, Türkiye’nin doğu ile batı, geçmiş ile gelecek, gelenek ile modernlik arasında sıkışıp kalmış hâlini saat metaforu üzerinden işler. Kurulan enstitü, aslında hiçbir somut işe yaramayan; ama tam da bu işe yaramazlığıyla bir dönemin zihniyetini yansıtan sembolik bir kurumdur. Tanpınar, mizah ve hicvi ustalıkla harmanlayarak, modernleşmenin şekilci ve yüzeysel doğasını gözler önüne serer. Hayri’nin hayatındaki tutarsızlıklar, kırık ilişkiler ve iç çatışmalar, toplumun yaşadığı kimlik bunalımının bireysel izdüşümüdür. Roman, yalnızca toplumsal yapıyı değil, zamanı da sorgular. Zaman burada hem fiziksel hem de psikolojik bir mesele hâline gelir; insanın kendisiyle ve geçmişiyle kurduğu bağın en çetrefilli göstergelerinden biri olur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, düşünsel yoğunluğuna rağmen okurunu yormaz. Aksine, ironiyle derinleşen dili sayesinde hem düşündürür hem de gülümsetir. Zamanı, bireyi ve toplumu aynı anda sorgulayan bu roman, Türk Edebiyatı’nın kült eserleri arasında yer almaktadır.
Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi, aşkı, hatıraları ve eşyaları bir araya getiren hem içe dönük hem de sosyolojik bir romandır. Kemal ile Füsun’un yıllara yayılan, tek taraflı bir takıntı hâline dönüşen ilişkisi etrafında şekillenen eser, bireysel duyguların toplumsal dekorlar içinde nasıl biçimlendiğini gözler önüne serer. Kemal’in Füsun’a duyduğu aşk, zamanla onun eşyalarına, izlerine ve yokluğuna yönelir. Bu yöneliş, yalnızca bir kaybın yasını değil, aynı zamanda bir dönemin sınıfsal ve kültürel dönüşümünü de içerir. Pamuk, İstanbul’un 1970’li ve 80’li yıllarındaki değişimini, burjuva hayatının yüzeysel ışıltısını ve gelenekle modernlik arasında salınan değer yargılarını bu aşkın arka planında işler. Romanın dili yalın ama katmanlıdır; her eşya, her mekân, her detay bir anlam taşır. Masumiyet, burada sadece bir duygunun değil, bir çağın, bir bakışın ve bir belleğin adıdır. Ayrıca somut olarak da gezilip, görülebilecek bir yer olan Masumiyet Müzesi, edebiyatımızdaki önemli edebî ‘çalışmalardan’ biridir. Masumiyet Müzesi, aşkı bir arayış, bir arşiv, bir bina hâline getirerek anlatır. Okuru hem duygusal hem düşünsel bir yolculuğa çıkaran bu roman, Pamuk’un anlatı evreninde özel bir yer tutar.
Fakir Baykurt’un Eşekli Kütüphaneci adlı romanı, okumanın, bilgilenmenin ve inancın gücünü merkeze alan, sıcak ama derinlikli bir halk anlatısıdır. Gerçek bir hayat hikâyesinden esinlenerek kaleme alınan roman, kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’ün Anadolu’nun ücra köylerinde eşeğiyle kitap taşıyarak oluşturduğu sessiz devrimi konu edinir. Roman, sade dili ve içten anlatımıyla yalnızca bir bireyin azmini değil, aynı zamanda bir toplumun değişime açık ruhunu da yansıtır. Eşek sırtında taşınan kitaplar, sadece bilgi değil; umut, merak ve dönüşüm taşır köylere. Fakir Baykurt, Mustafa’nın yolculuğunda hem Anadolu insanının yaşadığı zorlukları hem de okumanın dönüştürücü gücünü büyük bir içtenlikle işler. Modernleşme, bürokrasi, cehaletle mücadele gibi temalar romanın dokusunda hissedilir; fakat tüm bunlar didaktik değil, insanî ve hikâyeci bir yaklaşımla aktarılır. Eşekli Kütüphaneci, yoksulluğa rağmen yılmayan bir idealizmin, kelimelerin ve kitapların dünyayı değiştirebileceğine olan inancın romanıdır. Küçük bir hayatın büyük anlamını arayanlar için ciddi bir metindir.